Şimdi anlıyorum babamın neye ağladığını

Faize Özdemirciler – “Sen de otur oturduğun yere Ayşe. Suriye’ye gitme. Bırak onlar gitsinler, sen gitme! Evine dön bile demiyorum artık, tatili bitir Gezi’ye çık diyorum sadece” diye yazmıştım birkaç yıl önce…
Hüzün verici bir saflık işte…
Kıbrıs’ta ateşkes uzun sürmüştü, Ayşe sıkılmıştı belli ki boşta oturmaktan, ona yeni görevler verilmişti Ortadoğu’da, zafer diye yutturacağı dini bütün hevesler edinmişti bu arada… Eskiden gitmek için çağrılmayı beklerdi, artık Suriye’deki gibi çağrılmadan da gidebilecek duruma gelmişti…
Ne de güzel isimler koyuyorlardı savaşlara…
Zeytin dalı, Barış Pınarı, şimdi de Bahar Kalkanı…
Bundan sonra neler olabileceğini kestirmek zor…
Fetihçi hayallerini Amerikan çıkarlarına sarmış, gülerek şehit sayısını açıklıyor, mültecileri şantaj malzemesine dönüştürmüş Avrupa’ya meydan okuyor gassal…
Savaşa karşı çıkanları hain ilan ederken, milliyetçilik şerbetine dini de ekleyerek zehiri katmerlemiş, yarattığı taraftar kitlesi kin ve nefret saçıyor…
İşgalleri ve savaşları zafer niyetine yutturmanın, yutmayanlara haddini bildirmenin imanı da “war” bu sefer dini de “war”…
“Kahraman Mehmetçiğimizin başlattığı Bahar Kalkanı Harekatı’nın zaferle sonuçlanması için tüm camilerimizde Fetih Suresi okunacak. Milletimizi sabah namazında camilerimize duaya bekliyoruz” diye çağrı yapılıyor İmamın karargahından…
Ölenler ölüyor, kalan sağlar savaşı kutluyor sokaklarda, sollar yorgun ve endişeli…
Bayraklı arabalar gürültüyle geçiyorlar Lefkoşa sokaklarından…
Barış ayıp bir sözcük, kayıp bir kelime oluverdi, çıktı sözcük dağarcığımızdan…
Barış Harekatı demişlerdi 1974 savaşına da…
O zaman da savaşa karşı çıkan kimse yoktu buralarda…
Garip bir biçimde barış istemeyi ada ikiye bölündükten sonra öğrendik…
Oraya gelene kadar savaşı barış niyetine yutmuş sindirmiş çocuklar büyüdü bu topraklarda, gel de anlat şimdi onlara o 20 Temmuz 1974 sabahını ve sonra yaşananları, zangalak ağacının altında mahallenin erkeklerinin konuştuklarını…
O erkekler arasında savaşı sevinçle karşılamayanlar da vardı. O erkeklerden biri de benim babamdı. “Bakalım bundan sonra başımıza neler gelecek, sevinmeyin boşuna, herşey eskisinden çok daha kötü olacak” deyip duruyordu.
Babam senelerce bir Rum evinin balkonunda oturdu ve hatıralarına daldı. Rumca Türkçe şarkılar söyledi. Rumca Türkçe şarkılar dinledi.
En sevdiği şarkıları söylerken de ağladı, dinlerken de…
Ama Marinela’nın bir şarkısı vardı ki, onu dinlerken bir başka dolardı gözleri:
“Bir anne çocuğunu nasıl severse, öyle seviyorum seni. Bir ihtiyar hayatı nasıl severse. Yorgun bir asker barışı nasıl severse öyle seviyorum seni…”
Rum arkadaşlarıyla Abdullah Yüce’nin konserine gitmesinde ağlanacak ne vardı mesela, ağladı…
Şimdi çok daha iyi anlıyorum babamın güzel hatıralarını anlatırken bile, neden ağladığını ve aslında neye ağladığını…

(2 Mart 2020 tarihinde Afrika gazetesinde yayınlanmıştır)

About the author